23 Eylül 2010 Perşembe

benim hatalarımı sen yapma isterdim


eleştirilerimizin bir numaralı sebebinin hatalarımızın bir sonraki kuşakta tekrar etmemesi olduğuna çocuklarımızı inandırabilir miyiz? belki ancak kendi çocukları olduğunda...

16 Eylül 2010 Perşembe

aile kalmak şirket olmak PDF

2006-7 döneminde yaptığım konuşmalardan oluşturduğumuz kitapçığı okumak için pdf kopyasını bulacağınız link: Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği'nin sitesinden.

http://www.tkyd.org/files/downloads/yanki_yazgan_kitap.pdf

aile kalınabilir mi ?

Haftabaşında Yaprak Özer'in televizyon programına konuk oldum. Konu aile şirketleriydi. Aile olarak kalabilmek ile şirket olmak arasındaki uyumu sağlayabilmek için neler yapılabilir? Anne ve babanın çocuklarını, çocukların anne-babaları tanımaları ile başlanabilir. Evlatlar, kardeşler, kuşaklar... Yerinde sorularla kenarından köşesinden irdelediğimiz konular bitmedi tabii ki. Konuşmanın görüntülerini ve yazıya dökülmüş halini ekteki linkte görebilirsiniz.

http://yaprakozer.com/2010/09/16/aile-kalmak-sirket-olmak/


linki yapıştırmayı da deneyebilirsiniz. bir sebeple tıklanamz ise...


redakte edilmemiş yazılı halini aşağıya kolaylıkolsun diye yapıştırıyorum; görüşmeyi yürüten Yaprak Özer, cevap veren bendeniz:

Kamuoyunun aslında çok yakından tanıdığı bir ismi ağırlıyorum. Prof. Dr. Yankı Yazgan. Hoş geldiniz.

YY: Hoş bulduk, Yaprak Hanım. Merhaba.

- Aslında siz Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesisiniz. Bunun dışında Yale Üniversitesi ile bir bağlantınız var.

YY: Evet. Orada daha çok araştırmacı öğretim üyesi olarak çalışıyorum.

- Ve zaten serbest çalışıyorsunuz. Bu arada konuşmalarınızı takip ediyorum. Değişik kurumlarla da bir şekilde onların içersinde bulunuyorsunuz. Hatta bugün sizi davet etmemi sağlayan yani neden şimdi bir psikolog, kariyer rehberi tabii ki pek çok neden bulabilirdik ama ben çok hoşuma giden bir gerekçe buldum da onu hemen paylaşmak istiyorum. "Aile kalmak ve şirket olmak". Tabii ki sizin başka kitaplarınız da var. Bizim bugünkü konumuz, aile şirketleri.

YY: Güzel.

- Sizinle de bu anlamda, deneyimlerinizden faydalanmak istiyorum. Aile şirketleri Türkiye'de herhalde ekonominin çok önemli bir bölümü aile şirketidir.

YY: Galiba % 90 küsurlarda diye değişik yerlerde...

- Daha bile fazla anladığım kadarıyla...

YY: Aile şirketi olmayan bir yer pek yok. Birçok büyük şirket sahibi şirketler bile aileler tarafından yönetiliyor. Çoğunluk hisselerine aileler sahip. ... teşebbüsleri haricinde galiba neredeyse hemen hemen hepsi.

- Geriye kalanlarda aile şirketi... Şimdi bu kitabın başlığını aile kalmak şirket olmak, ben biraz ters mi anlıyorum? Tersi anlamayı biraz açmak için...

YY: Tabii, çok güzel olur.

- Aile olunca şirket mi olunmuyor, şirket olunca aile mi kalmıyor yani? Başlıktan ben bunu mu anlamalıyım.

YY: Şimdi tabii bu kitapçık ve bu konuda ben çocuk ve aile psikiyatrisi uzmanıyım. Yani psikiyatristim. Özellikle ayrıca da çocuk ve ergenlerle ilgili, gençlerle ilgili ek bir uzmanlığım daha var ve işim gereği aileler ile çalışıyorum. Her boydan, her soydan, her değişik problemlerle genellikle bazen de ortada bir problem olmadan başvuran insanlar. Ve bu insanların bir bölümü şirketler v.s sahibi insanlar olduğu için bir parça fikir sahibi oldum. 8-10 yıl önce Türkiye'de serbest çalışmaya başladıktan sonra daha fazla fikir sahibi oldum. Ve zaman içersinde de bu konuya ilgimi far eden özellikle o sırada kurumsal yönetim derneği başkanlığı yapan Ümit Ergüner bu işe öncülük etmiştir. Sonra sayın Tayfun Beyazıt'ın başkanlığı döneminde de devam etti.

Kurumsal yönetim derneği aile şirketleriyle bilgiyi birleştirmek için ciddi çabalar içersine girdi aslında epey bir zaman. Ve bunun bir parçası olarak yapılan kurslarda ben de misafir öğretim görevlisi olarak yer aldım. Bu sayede aile şirketleriyle Türkiye'nin dört bir yerine gittim. Orada gördüğüm kavramlardan giderek, bu isim ortaya çıktı. Çünkü bir çok kişi hem şirket olmaya çalışıyor, gerçek iyi iş yapan-düzgün iş yapan ve hayatta kalan bir şirket. Ama bunu yaparken birçok kişinin sıkıntısı ailelerimizi, kardeşlerimizi, eniştemizi, kayınbiraderimizi, oğlumuzu, eşimizi, bunları kaybediyoruz endişesi içerisindeydi. Buna çözüm arayışlarının ürünü bir kitapçık.

- Peki kaybediliyor mu gerçekten? Yani şirket olduktan sonra baba oğlu, oğul babayı ya da işte kardeşler birbirlerini kaybederler mi? İnsan gözü bir başka şeyi mi göremez oluyor? Nedir?

YY:Yani şöyle, belli bir zaman dilimine yayarak baktığınız zaman, bir kere şirketlerin yaşamlarında kuşaklar var: kurucu kuşak, devam ettirici kuşak, geliştirici kuşak vs. diye bölebilirsiniz. Genellikle ilk kuşaktaki aileyle ilgili meselelerden çoğu baba çok ... ya da anne kurucular arasındaysa. Kadınların öncülük yaptığı, sadece kadınlardan oluşan yönetim kurulları olan şirketler var, büyük şirketler ve de bunlar. O anlamda kadınlarla ilgili konularda bazen ihmal ediliyor, ona da özel vurgu yaptığım konuşmalar olmuştur. Ama şu oluyor, çok çalışılıyor, işte evler ihmal ediliyor gibi konulardan bahsetmiyoruz burada, çünkü onun çözümleri bulunuyor. Ama birinci ve ikinci kuşak arasındaki geçişler, ya da ikinciyle üçüncü arasındaki geçişlerde özellikle ailenin büyümesi, başta hesapta olmayan insanların hayatımıza girmesi, evlilikler yoluyla mesela, yeni çocukların olması, eltiler, enişteler, yengeler, bacanaklar...

- Bunlar hep huzuru bozuyor galiba?

YY: Hem üretkenliği ve akılları çoğaltıyor ama bir yandan da her yeni giren kişi kendi kişiliğiyle, kendi gündemi ve beklentisiyle hayatı karıştırıyor. Örneğin, hani var ya paran var mı derdin var diye bir laf vardır aramızda, birçok aile için paranın ve varlığın büyüklüğü bir mesele haline geliyor. Çünkü onu ne yapacağınızla ilgili büyük bir...

- Onu paylaşmak galiba bir süre sonra mesele haline geliyor ki sizin kitapta da ben bakarken, tam olarak cümlenizi hatırlamıyorum ama aile şirketi başarıya ulaştığı an itibariyle gündemi daha farklı mı oluyor diyorsunuz?

YY: Yani şöyle hayatta kalmayı başardığı anda sistem içerisinde bu sefer örneğin çocuklar, en önemli konulardan birisi, çocuklar küçükken değil ama büyüdükçe şirketteki yerleri konusu bugün aile şirketi sahibi, eğer dinleyicilerimiz arasında 45, 50, 55 yaşlarında insanlar varsa, çocukları genellikle 20-25 civarında, hele çok çocuklu bir aileyse, bu çocukları ne yapacakları, nasıl yetiştirecekleri, nereye yerleştirecekleriyle ilgili büyük meseleler çıkmaya başlıyor. Çünkü bir kısmı ehil değil çocukların mesela.

- Peki ne olmalı? Yani şöyle bir başa dönersek, şimdi çocuklar büyüyor, çocuklar çoğalıyor, yani birden fazla çok çocuk olduğunda deneyimlerimiz Türkiye'de bu babadan oğula geçişin bir kere zor olduğunu anlıyorum zaten. Baba bırakmıyor değil mi?

YY: Çok kolay olmuyor. Devretmek çok zor.

- Neden? Çünkü parasını koymuş, emeğini alın terini koymuş, ve teslim edemiyor galiba.

YY: Hayatını vermiş insanlar var Türkiye'de. İnanın kolay değil. Arabanızın anahtarını çıkarıp vermek bile birçok kişiye zor gelen bir şey.

- Peki diyelim verdi yada vermeye karar verdi, orada nasıl bir çelişki oluyor?

YY: Oradaki sıkıntılardan birini ben şöyle görüyorum, hani bunu 5-6 yıl önce daha teorik konuşurdum ama şuanda göre göre olayların içinden gerçekten pratikte, bir kere çocukların o noktaya gelene kadarki zamanlarını yeterince birçok aile henüz tasarlamamış oluyor. Diyelim ki 25 yaşında, Amerika'da okuttunuz, masterını yaptırttınız, getirdiniz çocuğunuzu fakat çocuğunuzun ilgi alanları, merakları, yetenekleriyle uyumlu olmayan bir eğitim aldı, hevesi yok, bulunduğunuz kentteki fabrikaların başında durmaya veya bambaşka alanlara ilgileri var ama siz buna kulak asmadınız, ve çocukla aslında 10 yıl önce başlamanız gereken çatışma 25 yaşında siz onu işin başın oturtmaya ya da bir yerine sokmaya çalıştığınızda ortaya çıkıyor.

- 25 yaşına çocuk gelene kadar, babanın da herhalde bir takım şeyler gözünün önünden geçiyor. Diyelim ki İstanbul'a geldi Anadolu'dan üniversiteye, burada da çok farklı bir hayat, yani bu da az buz bir zaman değil aslına bakarsanız değil mi?

YY: Zaman çok hızlı geçiyor birincisi. Çok yoğun çalışan insanlar buradaki muhataplarımız, zaman çok hızlı geçiyor, fırsat da olmuyor. Hani biraz önce dedik ya o çok çalışılan anne-babanın en önemli şeylerinden, birçok kişi bana diyor ki, ben oğlum ya da kızımı tanımamışım, büyüdüğünü görmemişim, benim kafamdaki gibi değilmiş. Çocuklara diyorsunuz; oğlum, kızım, kardeşim ayıp olmasın çünkü büyük bölümü Türkiye'mizdeki aile şirketlerinin oldukça geleneksel ve muhafazakar yapıdan geliyor, bunu ayıp olarak görüyor. Kendi ayrı bir tercihiniz olmasını, ben bunu istemiyorum demek, önünüze konan yemeği bile istemiyorum derseniz herkes bozulur. Senin için yaptım filan diyor çünkü karşınızdaki. Senin için bütün bu şeyi kurduk, bak senin için filanca bu paralarla neler harcadık, buralara gittin. Bir borçluluk hissiyle büyüdüğü zaman gençlerde, borçluluk çok güzel bir duygudur ama aynı zamanda bir yüktür, öyleyse yükü de yük gibi yerine getiriyorsunuz.

- Yani kendinizi vermeden çalışmak?

YY: Aynen öyle. Ucundan tutuyor herkes, babaların annelerin en büyük şikayeti ucundan tutma, asılmama, kendini vermeme.

- Bunun mesajını verelim. Şimdi ne tavsiye ediyorsunuz? Hemen anlıyorum ki öyle çok çalışmak, evet çok büyük bir meziyettir özellikle kurucular için, onlar olmasa zaten şirketler bugünkü konumlarına gelmezler ama yalnızca işe odaklanıp geri kalanı kaçırmak herhalde...

YY: Çocukları ve aileyi tanımaya zaman ayırmanın ben önemli olduğunu düşünüyorum.

- Peki nedir yani, yazları staja mı gelecek bu çocuk?

YY: İşle ilişki de öyle, doğru. İnanın insan olarak tanımak, yani dirençli mi kırılgan noktaları neler, zayıf yanları neler, iyi güçlü olduğu yanlar neler, çünkü bizim kafamızda hayal ettiğimiz, bizim çocukken hayal edemediğimiz imkanları sunduğumuz çocuklar için bazen sunduğumuz imkanların hiçbir manası olmuyor. Onun için, çocuğumuz için anlamlı olanın ne olduğunu keşfetmenin, hani bir televizyon ekranında sunulabilecek tavsiye ne kadarsa ama hiç olmazsa, beraber zaman geçirmek. Peki beraber nasıl zaman geçireceğiz diyor birçok kişi, diyorum ki hiç olmazsa yolculuk yapabilirsiniz. Gaziantep'ten otomobile bindiğinizde, otomobille Ankara'ya gidiyorsanız, yolda gidiyorsanız, yanınıza da bir üçüncü kişi almadığınızda bir deneyim paylaşmak, bir zaman birimini paylaşmak ve kesintisiz bir zaman dilimi. Örneğin bu 14-15 yaşındaki bir çocukla rahatlıkla yapılabilecek şeylerden birisi.

- Üstelik de keyifli...

YY: Çok da hoş bir şey oluyor, yapıp da pişman olan görmedim hiç.

- Çocuklardan söz açılmışken şunu sormadan geçemeyeceğim. Diyelim ki çok çocuk, yine birinci senaryodaki gibi ama büyük çocuk, kız çocuk. Deneyimleriniz kız çocuğun işin başına geçtiğini gösteriyor mu? Yani kolay geçiyor mu onlar? Baba güveniyor mu kız çocuğuna?

YY: Çok önemli bir nokta.. Şöyle, bazen bazı babaların, yine böyle Türkiye'nin geleneksel tipine uygun birçok babanın, hani böyle birçok aydın gibi gözüken insanın beklemeyeceği düzeyde kız çocuklara hak verdiklerini görüyorum, öncelikler verdiklerini görüyorum. Bu da çok sevindirici, çünkü işadamlığı yapan kişilerin oldukça akıllı insanlar olduklarını biliyoruz ve akıllı insanlar da yaptıkları işi emanet edecekleri kişiyi seçme konusunda (duygusal) olmamaya çalışıyorlar. Hele çocuk, tabii ki bir numaralı çocuk kız da olsa baba gözünde eğer işe ehilse zaten o güne kadar çizgisini belli etmiş oluyor, yaptıklarıyla, ortaya koyduklarıyla, okul başarısıyla, sorumluluk duygusuyla.

- Baba parayı riske atmıyor...

YY: Evet, birçok baba, hani belki pratik yaşamında çok kadın hakları savunucusu gözükmese bile işinin gereği kadının hakkını veriyor. Türk anne-babalarında adalet duygusunun çok güçlü olduğunu görüyoruz ama adalet duygusuyla ilgili mesele bazen saf bir eşitlik midir, yani herkese eşit vermek mi, yoksa herkesin yani meritler ölçüsünde hak edişler ölçüsünde mi dağıtmak, bu konularda da çok büyük meseleler oluyor. Bölüştürme, bölüştürme derken yetki bölüştürme sadece para konusunda da değil, görev tanımları, kim nereye uygun, yerini bulma.

- Var mı peki aile şirketlerinde görev tarifi, görebiliyor musunuz?

YY: Yapmaya çalışan çok kişi var.

- Yapabilen?

YY: Kolay değil.

- Tabii ki kolay değil ama herhalde az değil mi? Yani görevler birbirine geçmiş.

YY: Bakın bu da yine bir çocukluk alışkanlığı. Aile, hani kalmak diyorum ya, şirket olmak, aile kalmak ama bunun ilk basamağı yine aile olmaktan geçiyor. Aile nedir? Aile, bir çocuk psikiyatrisi uzmanı açısından baktığınızda, çocuk deyince herkes küçükleri anlıyor da ben de babamın annemin çocuğuyum mesela, öyleyse ben de bir çocuğum o anlamda, evladım yani, evlat psikiyatrisi uzmanıyım.

- Evet öyle diyorsunuz. Lafınızı unutmayın, kitapta çok hoşuma giden bir şey var, bir örnek vermişsiniz, şimdi kim olduğunu çok net hatırlamıyorum, en büyük çocuk, evlat 65 yaşında birisiymiş galiba. Baba 98 , yani hala çocuk mu?

YY: Baba 88 filandı galiba. Kesinlikle öyle çünkü hala yönetim kurulu başkan yardımcısı, öbür beyefendi yönetim kurulu başkanı, otur kalk, getir oğlum şuradan su ver, anlatabiliyor muyum yani. Oğlun torunları var.

- Ne zaman biter çocuğun, babanın ya da annenin gözünde çocukluğu? Bitmez galiba.

YY: Galiba ölümle bitiyor.

- Peki siz çocuklarınıza, yani bu işin uzmanısınız, size sormayacağım kime soracağım, var mı yani? Kendiniz de bunu hissediyorsunuzdur mutlaka.

YY: Çocuklarımı yetiştirirken birçok hata yapıyorum, öyle söyleyeyim.

- Yok onu demek istemedim aslında, çocuk-baba, baba-çocuk...

YY: Kolay olmayan bir şey, anne-babalık büyük bir sorumluluk, siz de evlat sahibisiniz, hepimiz burada birçok kişi bu sorumluluğu taşıyoruz, severek taşıdığımız bir sorumluluk ama inanın çok zahmetli bir iş. Özellikle Türkiye'de ihmal edilenin hayatın ilk yılları olduğunu düşünüyorum. Biz küçük çocuklara karşı genellikle gereğinden fazla müsamaakar ve şefkatli ama çocuklar o sınırları tanımadan, bilmeden büyüdüklerinde de onların kafasını ezmeye çalışan bir ana-babalık tarzımız var. Halbuki çocukken rutinleri, yani çocuğun hayatındaki rutinleri oluşturursak, çocukların büyüdükten sonraki, 11-12 yaşından sonraki dönemler aslında çok rahat geçiyor. Bu hani Avrupalılar-Türkler ayrımı karşılaştırması yapmak biraz sıradan kaçabilir ama hani tatil köylerinden hep kıyaslanır ya bizim çocukların arkasında anneler ellerinde kaşık koşturur, işte Alman ya da İngiliz çocuklar güzel güzel yemeklerini yer, ikinci tabak daha isterler. O fark işte oradan oluyor, o ilk 3-4 yıl içerisindeki yaklaşım tarzımıza çok bağlı.

- Aslında görev tarifi deyip de hani geriye dönecek olursam soruma sanıyorum siz bu şekilde bir anlamda...

YY: Yatma zamanı, sofra zamanı, ödev zamanı, televizyonu ne kadar seyrettiğiniz ya da bahçeden eve gelmek istemeseniz bile küçük bir çocuk olarak yemek saatinde babanız olacak, işte geleneksel muhafazakar yapıdan bahsediyorum, böyle aman aman bir durumdan da bahsetmiyorum.

- Kurumsallaşma dediğimiz şeyin tarifini sizin ağzınızdan da duymak isterim. Nedir kurumsallaşma? Bunca aile şirketiyle öyle ya da böyle vakit geçirdiniz, onlarla çalışıyorsunuz, kurumsallaşma aslında bu bir paketten şu anda konuştuğumuz birçok şey o paketin içindeki bölümlerden bazıları. Kurumsallaşmayı siz nasıl tanımlarsınız? Aile şirketlerinde kurumsallaşma mümkün mü?

YY: Bence kurumsallaşma tabii ki aile şirketlerinde mümkün çünkü aileler de kurumsallaşabiliyorlar. Ailelere baktığınız zaman ailelerin, işte çok yakın zamanda bir bayram tamamladık. Kurumsallığın en belirgin göstergelerinden birisi, ne yapacağınız bellidir bayramda, kimin kimi ziyarete gideceği, kimin elini öpeceksiniz, kimin elini sıkacaksınız, verilecek bahşişlerin oranları vesairesi bile çocuklara iyi kötü bellidir. Dolayısıyla aile eğer kendi işleyişi içerisinde öngörülebilirlik, kurallar, hürmet, saygı, sevgi, bu gibi esasları uygulayabiliyorsa bunu niye şirkete uygulayamıyor buna bakıyorsunuz. Direncin nerede olduğuna bakmak, direncin önemli bir bölümünü aile içerisinde uygulamaya çalıştığınız ilkeleri, oraya transfer edememekten, işte biraz önceki birinci çocuk meselesi. Birinci çocukların başına gelenler aslında, hani Anadolu'da yine bir laf var anamın ilki olacağıma dağlarda tilki olaydım diye, ilk çocuk işte aman varis, veliaht vesaire, vay haline aslında. İlk çocukların durumu mesela başlı başına bir kitap konusu.

- Onları herhalde sizden yeni kitaplarda öğreneceğiz diye düşünüyorum.

YY:Umuyorum.

- Zamanımızın aslında sonuna geldik, üzülerek öğreniyorum ama son bir sözünüz varsa bir cümleyle onu almak isterim bizi izleyen aile şirketleri için.

YY: Yani aile olmak dünyanın en güzel şeylerinden birisi, şirket kurmak da herhalde zevkli ve keyifli bir şeydir. Bu ikisini bağdaştırmanın yolu öncelikle aile olmaktan geçiyor, başlıyor..

12 Eylül 2010 Pazar

Biz bir aile miyiz?

(referans gazetesinde 2007'de yayımlanmış bir yazı)


İş hayatında “aile” olmak vazgeçilmesi gereken bir özellik mi oldu ? “Bu soru da nereden çıktı?” demeyin. Bir yanda aile şirketleri, imajlarındaki ailevi yanları kurumsallıkla dengeleme, hatta aşma, çabasındalar. Diğer yanda, kurumsallık yolunda ilerlemiş firmalar, “biz bir aileyiz” sloganları ile, aile olamasalar bile, “aile gibi” olmaya çalışıyorlar.
Aile çok eskidir. Aile olmak, şirket olmaktan çok daha eskiye, özel mülkiyetin tarih sahnesine çıktığı zamana dayanır. Aileye ilişkin duygularımız, bağlılıklarımız, alışkanlıklarımız o kadar eskidir ki, hayatımızı neredeyse otomatik denebilecek derecede kendiliğinden ve derinden etkilerler. Bu “aile olma” etkisinin kökenleri beynimizin en eski zamanlarından kalma davranış kalıplarında bulunabilir.
Aile hem çok eskidir (şirketlerden binlerce yıl geriye gidin), hem de doğrudan duygularımızla ilişkilidir. Ailenin kurum olarak varlığı, ailenin kendisi, ailenin kurduğu aile işletmesinden daha köklüdür. Sosyal dokunun çok eski ve yerleşik parçası olan aile bir tarafta, birkaç yüzyılın tarihsel süreçte ortaya çıkarttığı bir birim olan şirket diğer tarafta...
Aile neredeyse genlerimizle hareket ederek, “tabiatıyla” oluşturduğumuz bir sistem ise, şirket de oluşturmak ve sürdürmek için yasalara, tüzüklere sözleşmelere ihtiyaç duyduğumuz bir sistemdir. Aile kurma, genlerimizin doğal faaliyet alanının tam ortasına düşer. Türümüzün sürdürülmesi için bir aileye duyduğumuz gereksinim, bir şirkete duyulandan daha fazla olabilir, desem, sözümü çok iddialı bulmazsınız umarım.
Kurumlaşırken, doğal ve eski olanın, yâni alışkanlığın ve duygunun, ağır basmaması için çok özel bir gayret göstermemiz gerekir. Son yıllarda ortaya çıkmış olan kurumsal yönetim ve kurumsallık kavramları, biraz da, bu gayretin sistematikleşmesi olarak görülebilir.
Aile şirket kurduğunda. Bir aile, aile olmanın yanısıra bir sınai ya da ticari kurum oluşturduğunda, ailenin kendi önceliklerini eskisi kadar ön planda tutmakta ve aile yapısını korumakta zorlanmaya başlayabilir..
Bazı aileler çoktandır aile olmuşlardır. Aile kimliğini oluşturmuş ve yerleştirmiş bir aile için, kurumsallık başlangıçta pek pürüz çıkarmaz. Pürüz ne zaman çıkar? Başlangıçtaki aile, ve kurduğu şirket, büyümeye başlayıp ilişkiler çapraşıklaşmaya, dışarıdan aileye katılanların sayısı artmaya, ailenin her çeşit üyelerinin sayısı çoğalmaya başladıkça, başlangıçtaki aileye ilişkin kurumsal ilkeler yeni duruma yetmemeye başlar. O sebeple, aile kendi kurumsallık özelliklerini revize ettiğinde, sadece bir kurum olarak değil, aile olarak da kendini yenilemeye, hem kendi varlığını sürdürmek için, hem kurumun geleceğini sağlamlaştırmak için ihtiyaç duyar.
Beyindeki CEOnuz aile işlerinden anlamayabilir. Bir karar verirken beynimizde oluşan aktiviteyi fonksiyonel MRI adlı aygıtla ölçtüğümüzde, hangi beyin sistemlerinin aktifleştiğini, oradan giderek kişinin dürtü/duygu ağırlıklı mı, düşünce/mantık ağırlıklı mı karar verdiğini “görebiliriz“. Duygusal bağımız olmayan bir kimse hakkında karar verirken, beynimizin rasyonel ve mantıklı Dorsolateral prefrontal bölgesi mükemmel çalışır (bu alana beyindeki CEO diye bir isim taktım). Ama, kendimizle ya da ailemizden birisi hakkında aynı tip bir kararı verirken duygusallık ve alışkanlıklarla ilgili, içimizden gelen diye tanımladığımız ne varsa, onun kaynağı sayılan Ventromedial alan o kadar aktifleşir ki, diğer (düşünce/mantık ağırlıklı) bölgenin aktivitesini bozar. Dolayısıyla, kendimizle ve ailemizle ilgili rasyonel bir karar vermeye beynimiz pek elvermez.
Aile, işler kendi haline bırakıldığında, duyguların katıksız etkisine giren bir sosyal birimdir. O duyguların katıksız etkisini azaltmak, kendimize bir çeki düzen vermek için, bazen“ dışarıdan, bir yabancıya“ ihtiyaç duyarız. Duygusal ilişkinin dışına çıkabilmek, ya da hiç girmemiş olmak, karar mekanizmasının iyi işlemesi açısından önem taşır. “Profesyonel” yöneticiler ya da danışmanlar, bu rasyonel karar gereksinimini karşılamaya yönelik, aileden olmayan, ve olmaya da niyetli olmayan, kişilerdir. Aile olmaktan vazgeçmeksizin şirket olmanın yolları herhalde bununla bitmez, ama bu düşünce biçimi iyi bir başlangıç sayılabilir.

aile şirketlerinde nelere rastlıyorum?

aile şirketlerindeki ruh sağlığı konularıyla ilgilenmeye başladığımdan bu yana karşılaştığım çeşitli meseleler arasında sıradışı olanlar pek fazla değil. bildik meseleler,tarihin eski zamanlarından bu yana devam eden cinsten konular. örnekleyeyim:
kardeşler arasında çekişmeler (anne ya da baba ile saf tutma veya onlara karşı duruşlar). tarihten örnek çok: Ünlü Yunan efsanesi Kral Lear ve kızları gibi.
anne-baba arasında çocuklara karşı tutum farkları (çocuk dediklerim kcaman beyler, hanımlar genellikle)
boşanmalarla değişen ilişkiler (damatlar ve gelinler)
pek işe yaramasa da şirkette görevlendirilen yakın ve uzak akrabalar (özellikle bu üyelerin kendi sınırlarını anlayamadıkları durumlar ve aile yöneticilerinin onlara karşı zaafları)
borç alma ve kredi kullanma gibi konularda kişilk özelliklerinin etkileri
eltiler, nadiren bacanaklar
harcamalar, çocukken sınırsız yetiştirip iş başa geldiğinde çocuklarını nasıl dizginleyeceğini bilemeyen aile büyükleri (oğlu işe düzenli gelsin diye ferrari almak gibi)
çocukların eğitimine ilişkin zorluklar (planlama, sürdürme, arzu edilen ile hedeflenen arasındaki uyuşmazlıklar)
bu liste bir ansiklopedi yapılacak kadar uzamakta;öyle bir şey de hazırlayacağım.

sorulara yaklaşırken, hedef noktasının doğru konulması en önemli adımdır:
bu meselelerin bitmesini ya da kökünden çözümünü sağlamak mümkün müdür, hedeflenmeli midir, ne zaman hedeflenmelidir? şirket mi, aile mi ikileminde nerede olunduğu gözden geçirilmelidir. bazen tercihler, aileler ve şirketler kaçınsalar bile kendini dayatır. hoşumuza gitmeyecek ama kaçınılmaz sonuçlara hazırlıksız yakalanmamak, psikolojik yaklaşımın özünü oluşturacaktır.

bir sonraki kuşak içindeki kuşak farkları

Kuşaklar arasındaki farklar deyince her ne kadar anne-baba, çock, ya da torun gibi net yaş farkı olan durumları aka getirse de, yaşları yakın gözüken "aynı kuşak" mensupları arasında da fark açılabilir.
bu durumun bir örneğine FBX ailesinde rastladım. bir numaralı kardeşin erken yaşta evlendiğini ve çabuk çocuk sahibi olduğunu biliyoruz. Diğer kardeşlerin ise daha geç evlendiklerini, bir süre çocuksuz evliliklerle devam ettiklerini ve daha geç yaşta çocuk sahibi olduğunu görüyoruz. dolayısıyla, kardeşler arasındaki (başlangıçtaki) dört beş yaşlık fark, çocukların yaşları arasındaki fark ölçücüsünde açılıyor.

Örneğin, birinin on yaşında, öbürünün çocuğu yirmi beş yaşındaysa kardeşler arasındaki fark beş yaş bile olsa, bazen iki kardeş arasınaki yaş farkını 15 diye hesaplamak gerekebilir. eğer amacımız ruh hallerini, hayatın hangi evresinde olduklarını anlamak, hedeflerini, ya da iş hayatında kendini nasıl konumlandırdığını kestirmek istiyorsak...
Çünkü toplumsal rolümüzü, hayata ve işimize asılma biçimimizi, sadece hangi yaşta olduğumuz değil, çocuklarımızın yaşları da belirleyici olabiliyor.
Önceliklerimiz, yaşama bakış açılarımız, kaynaklarımızı nasıl ve nereye ayırdığımız çocuklarımızın yaşından ve genel gelişim tarzlarından etkileniyor.
bir sonraki kuşağın ihtiyaçlarının ne kadar dayatıcı olduğunu hesap etmeye başlıyoruz. kendi bizzat yapacaklarımızın bir anlamda sınırına (sonuna değilse de) geldiğimizi fark edip, daha çok yol göstermek, bir sonraki kuşağa ışık tutmak istiyoruz.
anna ya da baba olarak yaşımıza "sosyal yaş" diyelim. Sosyal yaşı henüz küçük olanlar, henüz kendi yapacaklarını hem evde, hem de işte ortaya koymamış olmanın verdiği endişeyle daha çok talep edici, sınırları zorlayıcı ya da aceleci olabiliyorlar.
sözün özü: kardeşleri kıyaslarken,çocuklular ise, çocuklarının yaşlarına göre büyüme hızlarının farklı olabildiğini görüyoruz. yaşları yakın kardeşlerin arasında kuşak farkı yaratabilir.

İş dünyasının psikolojiye ihtiyacı var mı ?

İş hayatına beyin bilimleri ve davranış bilimlerinin uygulanmasının iyi örneklerini oluşturmak isteyenlerdenim. Yetişkin bireyin hayatının önemli parçalarından birisi çalışmak ise (Freud’a göre, birisi çalışmak, diğeri de, tahmin edileceği üzere, sevmek) psikiyatri ve psikoloji alanında çalışanlar olarak, bu alandan uzak kalamayız, diye düşünüyorum.
Çalışma deyince sadece işadamlarını anlamadığımız aşikâr; ama, şu anda en ilgi çeken ve sonuç yaratan alan olduğundan ötürü, yazılardaki düşünceler âdetâ “büyük şirket” modeline sınırlı gibi düşünülebilir. Çalışma hayatının diğer boyutları da zaman içinde nâsibini, elbette, alacaktır.
Hem iş hayatı açısından, hem de bireysel gelişim açısından olumlu sonuç getirebilecek formüller bulmak ilk bakışta zor gibi gözükebilir. Oysa, hem işte, hem de özel hayatımızda kullandığımız beyin sistemleri aynı. Bu sistemin ilkelerini anladığımız ölçüde, farklı koşullarda nasıl çalışacağını kestirebilir; hayatımız üzerindeki etkimizi arttırabiliriz. Geçtiğimiz ay İstanbul’da yaptığım “zor zaman, zor karar” konuşması sonrasında, İş’te Sabah için yapılan bir röportajdan alıntıları aktarıyorum.
· İş dünyasının psikolojiye, beyin bilimlerine ihtiyacı var mı ? Bir süre önce gazetede Turkcell'in (yazının yazıldığı tarihteki) genel müdürü Muzaffer Akpınar’ın 'benim için en zor olan yatırım, makine ya da para ile yapılanlar değil insanlara dokunan kararlardır' dediğini okudum. İşte psikolojik olarak düşünebilmenin bir iyi örneği. Artık birçok yönetic, işlerin insanlarla varolduğunu ve insanları anlamaksızın işlerin iyi yapılamayacağını biliyor. Bunun için de, psikolojiden, beyin ve davranış bilimlerinin bulgularından yararlanması gerekiyor. Kitaplar, konferanslar, çalışma grupları Ancak, duygu ve düşünceden söz eden her konuşma ya da kitap, aynı bilimsel nesnellikte değil. “Sevmek güzeldir”, ya da “olumlu düşünelim olumlu yaşayalım” gibi genelgeçer öneriler bir çok yerde psikolojik yaklaşımlar olarak sunuluyor. Diğer yandan da, adının başına “nöro” ya da “biyo” gibi bilimsel kokulu tamlamalar getirilince, bilimsel bir vitrin kazandırılmaya çalışılan, ama bilim ile, beyin ile ilişkisi bundan ibaret yaklaşımlar da bolca...
· Bilimsel görüş tam olarak nedir o zaman? Bilimsellik, çokça kullandığımız, ama içinin doldurulmasına giderek daha çok ihtiyaç duyulan bir kavram. Bilimsel görüş sadece belli bir mantık silsilesi izleyen bir görüş değildir. Doğruluğu sadece söyleyenin uzmanlığına dayanamaz. Bilimsel görüş, en çok görüşü öne sürenin eleştirmeye, eksiğini bulmaya çalıştığı görüş... Deneysel olarak kanıtlanabildiği ölçüde, sağlamlaşan, ama hiçbir zaman kesin ve sağlam “hissetmeyen ve hissettirmeyen” görüş... Bilimsel bakış açısı, kuşku duyan, emin olmayan, bu yüzden de rahat durmayıp cevap arayan bakış açısıdır. Bilimsel düşünüşün iş hayatında yeri olmasına bir çok kişi dudak bükebilir; çok farklı düşünüş şekilleri olduğunu söyleyebilir. Bilimsel düşünüş şekli, olaylara bakış açılarımızı mutfakta bile farklı kılabilir; iş’te neden olmasın? Beyin ve davranış ilişkisini anlamak böyle bir şey, zaten.
· Pozitif hissedelim; sevelim sevilelim. “Pozitif hissedin,” “ sevelim, sevilelim”, “paylaşımda bulunalım” ya da tam tersi yönde, “duygularınız ile düşüncelerinizi karıştırmayın” gibi kulağa hoş gelen, hangisine uyacağımızı şaşırdığımız binlerce öneri var. Bunları birbirinden nasıl ayırdedeceğiz, kişiler ve kurumlar için yararlı hâle getireceğiz? Duygu ile düşüncenin karışması konusu hakkında biraz düşünelim. Duyguların düşünceyi yönetmesinin iyi olduğu anlar var. Örneğin, tehlike olduğunda duyguların ön planda olması, yaşama şansını arttırıyor. Karşına aslan çıktıysa kaçacaksın. Diğer yandan, insanlar bazen kendilerini tehlikede hissederek, duygularıyla hareket ediyor. Ortada sanıldığı kadar tehlikeli bir durum yoksa, düşüncelere (“akıl ve mantık”) kulak vermek daha işe yarar olabilir. Örneğin, yöneticiniz hazırladığınız sunumu hiç beğenmediğini açıkça söylediğinde, bunu varlığımıza dönük bir tehlike olarak görüp karşı saldırıya geçersek duygularımızın “talimatıyla” bir yanlış yapmış oluruz. Kısaca, kayıtsız şartsız ve her zaman, yüreğimizin götürdüğü yere gitmesek daha iyi olabilir. Özellikle, iş yerinde...